Muhalefet 24 Haziran seçimlerine, şu ana kadar hiç olmadığı kadar umutlu girmişti. Nasıl umutlanılmasın?
En güçlü muhalif parti CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce’nin mitingleri dolup taşıyor, milyonlar meydanlarda bu enerjik ve zekice laflar çakan, belagatı güçlü, uzlaşmacı ve barışçı mesajlar veren yeni lideri coşkuyla alkışlıyorlardı. Dini hassasiyetlere de yakın duran, annesi ve kız kardeşi de kapalı olan, “Allah’ın izni ve milletimin isteğiyle inşallah kazanacağım ve herkesin Cumhurbaşkanı olacağım” diyen, kampanyanın ilk günü Demirtaş’ı Edirne cezaevinde ziyaret eden, toplumdaki tüm kesimleri kucaklayıcı söylemlerde bulunan, “barışacağız, adil bölüşeceğiz, büyüyeceğiz” temalı söylemleri öne çıkaran, Hem Trabzon’da hem de Diyarbakır mitinglerinde beklenmedik kalabalıklara seslenen bu parlak liderin AKP ve HDP tabanından da ciddi oranda oy alacağı çok açık değil miydi?
Erdoğan’ın talimatı ile (tümüyle havuza dönüştürülmüş) medyada kendisi ve kampanyası yok sayılan Meral Akşener ve İYİ parti hareketi her ne kadar büyük coşku yaratamasa da, MHP’nin oylarını dibe vurduracağına neredeyse kesin gözüyle bakılmıyor muydu?
Cezaevinden kampanyasını yürüten, topluma barışçı ve uzlaşmacı mesajlar veren, terörle arasına mesafe koyduğu ve kürt-türk tüm demokrat, ilerici ve sol oylara aday olan Selahattin Demirtaş’a sempati oldukça artmıştı. Tüm sol-demokrat tabanı kucaklayıcı kampanya yürüten, gazeteci Ahmet Şık, oyuncu Barış Atay, etkili sol aktivist Veli Saçılık’ı aday gösteren HDP’nin sol oyların da katkısı ile barajı kolayca geçeceği, önceden Erdoğan’a giden kürt oyların artık HDP’de toplanacağı öngörülmüyor muydu?
“Bilge Lider” Temel Karamollaoğlu’nun kucaklayıcı mesajları, sosyal medyayı etkili kullanması, tüm toplumda oluşturduğu olumlu imajı ile Saddet Partisi AKP’den kopacak “mütedeyyin” oyların gönül rahatlığı ile gideceği bir çatı değil miydi?
İktidarın tüm devlet imkanlarıyla eşitsiz yürüttüğü kampanyaya rağmen miting meydanlarını dolduramaması, AKP seçmeninin heyecansız ve yorgun görünmesi, Erdoğan’ın konuşmalarında çok sık hatalar yapması (“tamam” sloganını muhalefete hediye etmesi vb), kendilerine ait olmayan eski icraatları “biz yaptık” diyerek aleni yalanlar söylemesi, tabanında umut ve heyecan yaratamaması, söyleyecek yeni bir şeyi olmaması, vaatlerini “kıraathane, beleş kek, yatıp yuvarlanılacak millet bahçeleri” üzerine kurmuş olması, kısacası son derece etkisiz ve başarısız propaganda süreci yaşanması muhalefetin umutlarının iyice coşmasına yeterli değil miydi?
Erdoğan’ın “şapkasından tavşan çıkarması” mucizesi haricinde bu iş artık bitmişti. 16 yıllık iktidar ardından ilk kez umutlar bu kadar güçlü hale gelmiş, “bu defa tamam, gidiyorlar, sandıklara sahip çıkalım yeter” noktasında birleşilmişti.
Peki Erdoğan o tavşanı o şapkadan nasıl çıkardı? Bu soruyu yanıtlamadan önce sosyal ve siyasal yapımızın kısa bir tahlilini yapalım.
TOPLUMSAL FARKLILIKLARIN SİYASETE YANSIMASI
Gelişmiş, az gelişmiş veya iyice geri kalmış olsun, tüm ülkeler değişik sosyal, kültürel, ekonomik ve inanç temelli topluluklardan oluşur. Modern ve gelişmiş toplumlarda bu farklılıklar daha az, geri kalmış toplumlarda fark fazla ve belirgindir. Yakın zamanlara kadar bu farklı nitelikteki toplum katmanları ülke içinde çoğunlukla farklı köy, kasaba, mahalle, şehir gibi yerleşim birimlerinde birbirlerinden bir ölçüde birbirlerinden izole olarak yaşarlardı. Sanayileşme, köyden kente göç gibi sebeplerle bu kesimler birbirlerine yakın yerlerde yaşamaya başladılarsa da, aralarındaki yaşam alışkanlıkları, kentleşme ve sosyalleşme farkları görünür olmaya devam etti.
Toplumu ekonomik, siyasal ve kültürel düzeyde geliştirmek, refahı artırmak, ülkeyi zenginleştirmek temel amacında olan devletler bu amaca uygun politikalar geliştirirler. Devletler bu farklı toplum kesimleri arasındaki ayrımı azaltma, topyekün kalkınma amacına uygun olarak daha düşük seviyedeki sosyo-kültürel kesimlerin daha üst seviyelere gelmesi amacına dönük ekonomik ve sosyal politikalar uygularlar. Nitekim Cumhuriyet sonrası Atatürk devrimlerinin ortak yönü ve temel dinamiği bu olmuş, onlarca yıl boyunca köylü bir toplumdan batı standartlarına yakın modern bir toplum yaratma mücadelesi verilmiştir.
Çok partili dönem sonrasında sağ siyasal iktidarlar (Atatürk döneminde uygulanan) ülkeyi bütünsel olarak kalkındırma hedefinin temeli olan uluslararası tam bağımsızlıktan, bilim, kültür, sanat ve eğitimi geliştirmekten, yani toplumun topyekun gelişmesi ve modernleşmesi hedefinden uzaklaştılar. Bunun yerine, daha kısa zamanda görünebilir sonuçlar getiren, dışa bağımlı maddi kalkınma yolunu seçtiler.
Bu siyasal tercih bir manada kapitülasyonların geri gelmesinin yolunu açmak demekti, ama uzun dönemli köklü değişim ve dönüşüm yerine halkın görünür göreceli refahı tercih edeceği biliniyordu. Halkın “hassasiyeti” olan inanç meselesi de tam burada çok önemli bir işleve sahipti. Göreceli ekonomik refah ve dibine kadar din istismarı sonunda halkın çoğunluğunun oyunun kolayca alınabileceğini keşfeden sağ siyasal iktidarlar 1950 den günümüze bu politikaları artırarak devam ettirdiler. (Prof. Sina Akşin ülkemizde yaşanan dönemleri ele alırken 1919-1950 arası “Atatürk Devrimi Dönemi”, 1950 sonrasını da “Kısmi Karşı-Devrim Dönemi” olarak tanımlıyor. Karşı devrim son 16 yılda çok daha önemli kazanımlar elde etmiştir ne yazık ki.)
ERDOĞAN’IN POLİTİKALARININ ÖNCEKİ SAĞ SİYASETTEN FARKI
Bu kısa yakın tarih analizinden sonra önemli bir noktaya geliyoruz. 2002 de özgürlükçü söylemlerle (batının ve ABD’nin de olurunu alarak) iktidara gelen Erdoğan önceki sağ partilerden çok farklı bazı şeyleri ısrarla ve kararlılıkla yaptı ve bu stratejisinin olumlu sonuçlarını her seferinde gördü. Neydi bu politikaları?
Önceki iktidarlar mevcut toplumsal kesimlerin hem gelişmesini sağlamaya çalışır hem de desteğini almak için çaba sarf ederdi. Erdoğan da başlarda bunu yaptı, ama bununla yetinmedi, daha uzun dönemli planları için toplumu ayrıştırma ve dönüştürme stratejisini başarı ile yılmadan sürdürdü.
Sürekli yinelediği “bizler” ve “onlar” söylemi önce basit bir siyasal parti ayrımı sanıldı, ama hiç öyle olmadığı anlaşıldı. İnanç meselesini, “toplumun hassasiyetleri” merkezine alarak laik, seküler ve aydınlanmacı kesime karşı kendi tabanında kolayca kırılamayacak bir kin ve düşmanlık yarattı. Sürekli “bu CEHAPE varya…” söylemleri tam bu amaç içindi. “Dindar ve kindar” nesil yaratma çabası bu mücadelenin önemli yapı taşlarındandı.
Toplumun görece geri kalmış sosyal-kültürel kesimlerini geliştirmek ve modern dünyaya entegre etmeye çalışmak Erdoğan’ın tabi ki amacı olamazdı. Bu kesimin eğitimsizliği, cahilliği kutsandı, yüceltildi, özgüvenleri coşturuldu (TV’lerde Osmanlı ve savaş dizileri boşa değildi), hedef kitle Reis’in liderliği etrafında kenetlendi. Toplumun dini ve milli duyguları coşturuldu, böylece gerçekten kendilerini daha iyi hissettiler, ayrıştırma ve nefret söylemi toplumda (sonunda ve maalesef) ciddi bir karşılık buldu. Her dönemde toplumun önemli bir kesimini oluşturan bu görece eğitimsiz, modern yaşam tarzına uzak, geleneksel inanç temelli (bu da tartışılır ya!) yaşam tarzına yatkın kesimlerin desteklenmesi ve çoğaltılması gerekiyordu. Sırf bu sebeple eğitim sistemi bilinçli olarak bozuldu (bu konuyu incelediğim yazıma buradan ulaşabilirsiniz https://www.toplumsal.com.tr/milli-egitim-sistemi-gercekten-hezimet-mi-makale,266.html). Ayrıca ekonomik olarak da desteklenmeleri ve bu desteğe sürekli bağımlı olmaları da gerekiyordu. En alttakiler (2016 yılı itibarıyla yıllık geliri 8 bin 539 liranın altında olan yoksul sayısı 16 milyon 328 bin) çeşitli doğrudan destek ve yardımlarla, daha üsttekiler küçük teşvik ve ihalelerle, en üsttekiler milyar dolarlık devlet kaynak aktarımları ile (tabi ki karşılıklı) beslendi.
Ama şapkadaki tavşan asıl şöyle çıktı; Erdoğan’ın en çok önem verdiği ve çaba sarf ettiği siyasal mücadelesi, mevcut sosyal kesimlerin oyuna talip olmaktan çok, bu oy tabanını yaratmak ve bu yaratılan tabanın aldığı o bilinçle kendi kendisini üretmesi ve çoğaltması sağlandı. Bu taban zamanla güçlendi, kenetlendi, “gurup aidiyeti” sosyolojisi içinde öz güvenleri doruk yaptırıldı.
Millet (şimdiye kadar hiç olmadığı kadar) çok sert çizgilerle bu şekilde ayrışınca, toplum kesimleri kendi kimliğini ifade eden siyasal kesimlere tam anlamıyla hapsoldu. Kısaca “kimlik siyaseti” denilen bu yöntemin ekmeğini her seferinde afiyetle yedi Erdoğan.
MUHALEFETİN ÇABASI NİYE YETMEDİ?
Bu hapsolunan siyasal kimlikten (kutuptan) sıyrılıp diğer kesime yaklaşmak ve onun partisine veya liderine oy vermek öyle bir iki hoş söylemle gerçekleşmiyor ne yazık ki. Muhalif tarafın tüm akla yatkın eleştirileri, tahlilleri ve vaat ettiği “her şey daha güzel olacak” söylemleri, “muhalifin muhalife propagandası” olmaktan öteye geçemedi. Muhalifler seçim döneminde mobilize edildi ancak bu çabalar, fazla sokağa çıkmayan ama ayrıştırılmış ve kutuplaştırılmış Erdoğan seçmeninin sığındığı (o tepesi şakır şakır akan) çatının altından çıkmasına yetmedi.
Bu ayrıştırılmış ve iradesinin üzerine inançları üzerinden çökülmüş kesim, (kendini tekrarlayan ve söylemleri artık sıkıcı gelen) partisinin seçim mitinglerine katılmasa da, (ayrıca zaten tüm olumsuzlukların sebebi bizi çekemeyen “dış güçler” değil mi!) bu keskin ayrıştırmanın başarılı bir sonucu olarak, oy kabinine girdiğinde mühürü yine alışmış olduğu aynı yere basmak dışında davranış gösteremiyor.
Şunu artık biliyoruz, ülkemizde seçimler uzun zamandır “kim bu ülkeyi daha iyi yönetir”in seçimi değil, “kim benim duygularımı daha iyi anlıyor, ben nereye aitim”in, diğer deyişle “kimliklerin” seçimidir. Yani bu ülkede artık seçim sonuçlarını belirleyen akıl ve rasyonalite değil, körüklenmiş duygular, manipüle edilmiş algılar ve içine hapsolunmuş kimliklerdir. Bu bakımıyla ülkemizde siyasetin yürütülüş şekli, seçimler ve seçmen davranışları siyaset biliminin evrensel normları ile anlaşılır ve izah edilir olmaktan hayli uzaktır.
Bu iktidarın, varlığını sürdürmek için seçimlere hile karıştırmak dahil yapmayacağı şey olmadığını biliyoruz elbet, bunu daha önce de yaptılar ve gerektiğinde yine yapacaklardır. Toplumun aydınlık ve evrensel temel değerlerini içselleştirmiş diğer yarısının (muhaliflerin) üzüntüsü, kaygısı iktidarın umurunda değil. Kendi palazlandırdığı ve konsolide ettiği kesimin her seçimde yüzde ellinin biraz üzerinde olması iktidarın amacına ulaşmasına yetiyorken, muhalif kesimlerin beklentileri niye ciddiye alınsın ki?
Bizim gibi düşünmeyenler, yani eşitlik, ifade özgürlüğü, adalet vb. gibi temel evrensel ve insani kavramların pek bir anlam ifade etmediği kesimler ne yazık ki bu ülkede oransal olarak çoğunluktalar. Toplumun getirtildiği durum budur.
Bu paylaştığım görüşlerin her seferinde seçim kaybetmenin hüsranını gidermeye yetmeyeceğinin farkındayım. Ama sebep-sonuç ilişkilerini analitik bir değerlendirme ile yerine oturtamazsak, toplumumuzun kumaşını yeterince bilmezsek, başarısızlığın gerekçelerini her seferinde çalınan oylara bağlamaktan başka sonuca varamayız ve bir sonraki seçimde de “adam kazandı” demekten başka sözümüz olamaz.
SONUÇ: tam olarak neye karşı mücadele verdiğimizi bilmeden, sebep-sonuç ilişkisi tanımlanamadan yapılacak çabadan sonuç beklenemez. Bunları bilerek, yılmadan aydınlığın mücadelesine devam etmekten başka çıkar yol yoktur.

http://yurtgazetesi.com.tr ve http://toplumsal.com.tr haber sitesi yazarı “Evrim ve Bitmeyen Kapışma” ile “Eğitimde Çöküş – İnanç Eksenli Eğitim ve Sonuçları” yazarı
