Mahallelinin dışa vuramadığı iç sesini çekinip korkmadan ulu orta söyleyen kimselere “mahallenin delisi” deniyor. Aklında olanları ve duygularını seslendirmeyi sosyal ve hukuksal otokontrolü sebebiyle baskılayan mahalleli, delinin pervasızca sövüp saymalarından içten içe keyif de alır aslında. Kendilerinin dillendiremediği duygu ve düşünceleri pat diye haykıran deliyi cesaretlendirmek için avucuna para sıkıştırıldığı da çok olur.
Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın nam-ı diğer “deli Kadir”i, Kadir Mısıroğlu’nu ziyareti ile onurlandırmasına (teşbihte hata olmazsa) “delinin avucuna para sıkıştırılması” olarak bakmak yanlış olmaz sanırım. Uzun zamandır devlet katındaki etkisine paralel bütçesi de katlanarak artan Diyanet’in en tepesindeki ismin, tüm ömrünü cumhuriyet değerlerine hakarete adayan bir ismi resmi ziyareti başka türlü anlaşılamaz.
Diyanet Başkanı’nın ziyaretini bir ‘meczup’un ayağına gitmek olarak yorumlayanlar da oldu. Bu yaklaşım konuyu anlamakta ve açıklamakta eksik kalır. Meczup; “Tanrı aşkıyla aklını yitirmiş kimse” olarak tanımlanıyor ki, “keşke Yunan galip gelseydi” diyen fesli meczup filan değil, gayet aklı başında, kindar ve rövanşist bir ajitatör.
Bu sözü açık fikri kara şahıs, mevcut iktidarın sırtını dayadığı savların önemli bir kısmını üretmiş olan, Soğuk Savaş döneminde İslamcılar ile milliyetçiler arasında köprü kurmuş kendi çapında bir ideolog. Atatürk ve Cumhuriyet’e karşı ilk örgütlenenlerin buluştuğu Büyük Doğu dergisi ve Necip Fazıl’ın dillendirdiği fikirlerin yayıcısı olarak hep saygı görmüştür camiasından. Gençliğinde hızlı bir anti-komünist olarak sağcı dernekleşme faaliyetlerine katılmış, milliyetçi-şoven dergilerde yazılar kaleme almış. Bugün iktidarın da dillendirdiği “Lozan zafer değil hezimettir”den “tek parti döneminde camiler ahır yapıldı”ya kadar birçok hikâyenin uydurukçusudur kendisi.
“Doğrudan seslendiremedikleri duygularının tercümanı” olarak gördükleri böyle bir kalemşora yapılan resmi ziyaretler, yeni rejimin kimleri “meşru” ve “saygıdeğer” gördüğünün açık işaretidir.
NEFRETTEN BESLENEN SİYASET
Cumhuriyet değerlerine ve bu değerlerin yaratıcısı ve sembolü olarak görülen Atatürk’e düşmanlık duygularının köklü bir geçmişi var. Cumhuriyet devrimi ile devletin ve sosyal hayatın sekülerleşmesi, dinin bu alanlardan uzaklaştırılması İslamcılarda için ciddi bir öfke ve nefretin kaynağı oldu. Uzun yıllar tüm siyasetlerini bu nefret üzerinden kurguladılar, hitap ettikleri toplum kesimlerini etkilemek için “mazlum ve ezilmiş inananlar” miti uydurdular. Bu ajitatif propagandalar zaman içinde oldukça etkili oldu. Artık sınırsız iktidar gücünü elde eden bu kesim, yılların öfke ve nefretini doğrudan açığa vurmaktan çekinmez hale geldi.
Burada iktidarın ve onun fikirsel alt yapısını oluşturan İslami muhafazakâr fikriyatın temel paradigmalarını biraz açmak yararlı olacaktır.
CUMHURİYET KAZANIMLARINA DUYULAN ÖFKENİN SEBEPLERİ
İslami muhafazakâr entelektüel kesimin aydınlanma devrimine hep öfke dolu bir karşıtlıkları oldu. Cumhuriyet’in ilanı ile Atatürk tarafından başlatılan “yeni devletin oluşturduğu milli kimlik bilinci”nin tarihsel açıdan büyük bir kültürel yarılmaya sebep olduğunu iddia ettiler. 1920’lerde başlayıp 30’lu ve 40’lı yıllarda artarak devam eden, dinin siyasal ve toplumsal yaşamdan uzaklaştırılması, laik ve seküler yeni devlet yapılanması bu kesimlerin zihinlerine bir travma olarak kazınmıştır. Özellikle son yıllarda iyice güçlenen “Yeni Osmanlıcılık” anlayışı, Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki İslami toplumsal yaşamdan keskin kopuşa karşı, “bastırılanın geri dönüşü” olarak yorumlanıyor.
Siyasal İslamcı ve Yeni Osmanlıcılılar, aydınlanma ile birlikte Cumhuriyetçi milliyetçilik içinde İslam anlayışının geri planda bırakılmasına karşı hep bir rövanş kolladılar.
Ülkemizde Siyasal İslamcı akımların yakın tarihine kısaca bakmak yararlı olacaktır;
ÜLKEMİZDE SİYASAL İSLAM’IN KISA TARİHİ
1950’de çok partili rejim ve DP’nin iktidarı ile başlayan Cumhuriyet’e karşı rövanş kazanma hırsı, 1960’da 27 Mayıs askeri darbesi sonrası hayal kırıklığı ve korkuya dönüşmüştü. Sonraki yıllarda merkez sağ tarafından benimsenen ve beslenen İslamcı-Osmanlı’cı siyasal akımlar 1960’lar boyunca yükselişe geçen sol-sosyalist, antiemperyalist ve bağımsızlıkçı dalganın karşısına konulmuştu. 1969’da İstanbul’a gelen Amerikan 6. Filosu’na tepki gösteren eylemci öğrencilere “vatan haini, kızıl Komünist” diye saldıran ve filoyu namazla karşılayan da bugünkü “fesli”nin fikirdaşları olmuştu. Sonraki 70’li ve 80’li yıllarda da sağ partiler ve ordu gelişen sol muhalefete karşı bu kesimi kollayıp desteklemişti.
1950’lerde başlayan bu siyasal mücadele, İslam’a tarihsel söylem içindeki yerini geri verme, din unsurunu Türk milli kimliğinin en baş belirleyicisi kılma çabası olarak özetlenebilir. Sonraki yıllarda Türk-İslam sentezi ve Milli Görüş hareketlerini içinden çıkaran İslamcı siyasal mücadele günümüzde kendini “Yerli ve Milli” olarak tanımlayan Siyasal İslam’ın iktidarına kadar uzun mücadele dönemleri yaşadı.
1980’ler sonrasında ANAP ve Turgut Özal iktidarları döneminde İslam ve Osmanlıcılık ulusal özgüvenin pekiştirilmesi için araç olarak kullanıldı. Bu dönemde Türkiye neo-liberal küresel sisteme entegre edildi, uluslararası sermayeye tam açıldı. Sosyalist rejimlerin yıkılması bir fırsat olarak görüldü, Misak-ı Milli’nin yorumlanması değişti, “yurtta barış dünyada barış” görüşü “statükoculuk” olarak görüldü, “batıcılık” fikirleri eleştirilmeye başlandı.
Özal döneminde yaşanan iktisadi ve siyasal dönüşümlerle yeni bir muhafazakar burjuvazi-sermaye yaratıldı. Osmanlı geçmişi abartılı bir şekilde yüceltilirken bir taraftan da Kemalizm’in miadını doldurduğu eleştirileri ortaya atılmaya başlandı. Bu dönemde İslamcı kesimler siyasette, ekonomide, kültür alanında, bürokraside, akademik dünyada, basın-yayın hayatında etkili oldular ve kitleleri etkilemede önemli aşamalar sağladılar. Seksen yıldır devlet söyleminde yer bulamayan, hissedilen ama dillendirilemeyen, üstü örtülen İslami ve Osmanlıcı görüşler devlet yönetiminde ve toplumda ilk kez bu denli meşru bir zeminde öne çıkarıldı.
1993’de Özal’ın ölümü ile birlikte laik siyaset vurgusu tekrar siyasal söylemin merkezine oturdu. 1996’da Refah Partisi ve Erbakan’ın koalisyon iktidarı ile İslamcı-Osmanlıcı ideoloji tekrar toplumda ve devlette etkin olma olanağını elde etti. Bu dönemde Osmanlı mirası ile Cumhuriyet mirasının kültür öğeleri arasında açıktan savaşın yürütülmeye başlandığı görüldü.
Erbakan iktidarı 1997’de 28 Şubat “Postmodern darbe” süreci ile bitirilince Milli Görüş Hareketi içinde tarihsel bir kırılma yaşandı. “Gelenekçiler”den ayrılan “Yenilikçiler” grubu R.T.Erdoğan liderliğinde 2001 de AKP’yi kurdular ve 2002’de tek başına iktidarı elde ettiler. Bu yeni oluşum Osmanlıcılık-İslamcılık mücadelesinde o ana kadar kat edilen toplam yoldan çok daha fazlasını kat etti.
YENİ OSMANLICILIK VE CUMHURİYET KARŞITLIĞI
AKP iktidarları döneminde kitleler “Osmanlı’nın şanlı geçmişi” hikâyesine inandırıldı ve mobilize edildi. İktidarı ele geçiren siyasal İslam aşırı özgüven ve hırs ile aydınlanmanın, modernitenin, çağdaş dünyanın, evrensel hümanizmin, hukukun ve demokrasinin değerlerine karşı ilan ettiği savaşı hep bir adım ileri taşımada başarılar elde etti.
Yukarıda tarihsel sürecini özetlemeye çalıştığımız Yeni Osmanlıcılık ve siyasal İslam akımı mensupları, Cumhuriyetin kazanımları listesindeki şu hususlara şiddetle karşı olmakta hemfikirler;
- Cumhuriyet’in ilanı ile Osmanlı Devletinin varlığının sona erdirilmesi;
- Hilafetin kaldırılması, dinin siyasal ve toplumsal yaşamdan uzaklaştırılması;
- Tekke, zaviye ve medreselerin kaldırılması, laik eğitime geçilmesi;
- Din eğitimimin tarikat ve cemaatlerden alınıp bunu devletin üstlenmesi;
- Yazı, kılık kıyafet, şapka, medeni hukuk gibi devrimlerle Osmanlı tarihinden ve köklerinden uzaklaşılması;
- Aydınlanma, modernizm ve batılılaşma çerçevesinde İslam’a aykırı batı tipi yaşamın özendirilmesi;
- Milli bayram ve törenlerde İslam anlayışına aykırı ritüeller, Atatürk heykel ve büstleri önünde anma ve törenler yapılması;
Bunların tamamına ve daha birçok Cumhuriyet kazanımına karşı yoğun, içselleştirilmiş bir öfke ve intikam duygusu içinde oldukları bilinmektedir.
SÖYLEYEMEDİKLERİNİ SÖYLEYEBİLENLER BAŞ TACI
İktidar mensupları duygu ve düşüncelerini zaman zaman alışılmış siyaset üslubun sınırlarını zorlayarak ifade etseler de, bu ifadelerinin “yüreklerini yeterince soğutmadığı” anlaşılmaktadır. Anayasal düzen, Türkiye’nin uluslararası konumu ve ait olduğumuz demokratik dünyanın temel değerleri çerçevesinde, çok daha aşırı uygulamalara (henüz) gidememekteler. Bu yüzden olsa gerek, toplumun önemli kısmını dehşete düşüren, Cumhuriyet değerlerine ve Atatürk’e karşı yapılan saldırılar konusunda iktidardakilerin aynı kaygıyı pek de taşımadığı görülmektedir. Siyasal İslamcıların bu “cesur yürekli meczuplarla” fikirsel ve duygusal empati/sempati içinde oldukları iddiaları yersiz değildir.
SONUÇ: “Meczup” ya da “mahallenin delisi” olarak ortaya çıkıp sözünü sakınmayanların pervasız sözleri, “bunları düşünüp dile getiremeyenlerin yüreğine su serpiyor” görüşü yaygındır. Bu hakaretlerin sahiplerinin devlet katında itibar görmesi boşuna değidir. Zaten böyle olmasa, hoşlanılmayan söylem ve eylem sahiplerine yaşam hakkının tanınmadığı bu despotik düzende, Ülke’nin kurucu Lider’ine karşı bu tarz açık saldırı ve hakaretlere yeltenebilecek bir “delikanlı” çıkabilir miydi?
http://yurtgazetesi.com.tr ve http://toplumsal.com.tr haber sitesi yazarı “Evrim ve Bitmeyen Kapışma” ile “Eğitimde Çöküş – İnanç Eksenli Eğitim ve Sonuçları” yazarı